Hunlar Nasıl Yaşıyorlardı?

Hunlar Nasıl Yaşıyorlardı?

Bunlar değişik başkanların idaresi altında bulunmaktaydılar. Birçok sürüleri otlatırlardı, evleri arabaların üzerinde kurulurdu. Bu gezici evlerde kent kıyılarına, otlaklara, hâsılı hayvanlarını beslemek için neresi uygunsa oraya kolayca giderlerdi”. “Bazılarının 30 kadem – ayak -uzunlukta olan çadırları beyaz keçeden yapılmıştır. Üzerine kireç veya toprak sıvanmıştır. Tepeleri sivri ve açıktır. Bu çadırlar tekerlek üzerine yerleştirilmiştir. Bunları öküzler çeker.

Çadır evleri ballandırılarak anlatır kimi tarihçiler tarafından ki, dinleyen imrenir tasvir edilen manzaraya. Şehir plâncısı elinden çıkmış gibi bu kıl çadırlar, ikâmet edilen yerde, şehrin nizamına göre dizilir, düzenli bir görüntü oluştururdu. Öküzlerin yük taşımada kullanılmasına karşılık, atların daha faal görevleri vardı. Savaşlarda can kurtarıcı, barış zamanı gıda maddesi. Sütünden içecek yapılan atın, eti de Hunlar için ve başka Türk kavimleri ile Moğollar için en makbul yiyeceklerden sayılmaktaydı. İçeceklerinin, kısrak sütünden yapılan kımız adı verilen sarhoş edici özellikte bir şey olduğunu biliyoruz. Yiyecekleri et de sadece atlarla sınırlı değil, hususi surette beslenen koyun sürüleri vardı. Ayrıca av hayvanlarından da yararlanırdılar. Sürülerin eti yiyecek, derisi giyecek ve bayrak yapımında kullanılırdı:

Paylarına düşen araziyi ekerlerdi. Yazı ve okumaları yoktu, fakat sözlerinde o kadar doğru kişiler idiler ki (….) verdikleri söz yeterli sayılırdı. Birisini öldüren ve önemli bir hırsızlık yapan kimse idam olunurdu.

Çocuklarının terbiyelerine önem verirlerdi. Yaşlarına uygun uğraşılarla büyüyen-büyütülen küçükler, savaşacak çağa geldiklerinde adam yerine konup, en çetin işlere sokulurlardı. Yaratılışı icabı canlılar, önce boğazlarından bağlanıyorlar hayata. Zamanımızda fakir ülkelerin insanları zengin ülkelere para kazanmaya gitmekteler; dilleri- dinleri bilinmeyen memleketler yeni bir ekmek kapısı olmakta garibanlara. Eski tarihlerle durum benzerliği var bir bakıma. Çin ile komşular; verimli topraklar Çin’de. Deguignes diyor ki:

Barış zamanında Hunlar komşularının arazilerine, özellikle Çin’e akınlar yaparlardı. Toprakların verimli ve zenginliği dolayısıyla Çin onlar için tükenmek bilmeyen bir hazine idi. Talih kendilerine yardım ederse daha ilerilere sokulurlardı. Fakat bir başarısızlığa uğrarlarsa da kaçmaktan utanç duymazlardı. Hatta kaçarken daha dehşetli olurlardı. Onların bu yapmacık bozgunlukları düşmanlarını daha dikkatli ve ihtiyatlı olmak zorunda bırakırdı. Çünkü birçok kez bu kaçan Hunların dönüp birden bire yeni baştan saldırdıkları ve sonradan yine sırtlarını çevirerek kaçtıkları görülürdü. Atlarının çevikliği bu çeşit savaş için işlerine yarardı.

Çin düzenli orduya sahip; Hunlarda, eli silâh tutan erkeklerin tamamı asker. Diğer imkânları hayatlarını devam ettirmelerine kâfi gelmediği için yağma ve talan bir iş koludur. Kaçtıkları yer çöl. Peşlerine düşenler onları toz bulutu içinde kaybediyor, kendileri de bitap düşüyorlardı. Hunlara göre Çinlilerden çalınan mallar kadar esirlerde kıymetliydi. Ma’aile savaşta olan Hunlar Çinli esirleri sürülerini otlatmakta kullanıyorlardı. Hunlar Çinlilerden daha az eski değildiler:

Çünkü Çinliler milattan 2207 sene önce hükümran olmağa başlamış olan Hiya sülâlesi daha tahta çıkmadan önce Hun’ları tanımışlardır

Bir devlet teşkilâtı kurmadan bile, Hunların düzenli yaşadıklarına dair bilgiler mevcut. Verilen tarihi rakamlar tam olarak birbirini tutmasa da, M.Ö. 2000 yıllarında Çin’in Türk baskısıyla bunaldığı anlaşılıyor. Bir Çin prensi tarafından Hunların teşkilatlandırıldığı iddiasının önemini anlayamadık. Ama olsun. Çinliler varsın pay çıkarsınlar kendilerine. Esaslı malûmatlar biraz daha beriye geldikçe ortaya çıkıyor. Şimdi dolaşmakta olduğumuz karmaşık sokaklar bilinmeyen seçilemeyen gölgelerle dolu. Daha fazla, tarihi romanlaştıranların işine yarayacak ipuçları bulmak mümkün, ama o iplere asılıp, onlara güvenip kuyulara sarkmak mâcera olur.

İnsan muhayyilesi sınırsız. Türkler olarak biz, tevazuumuzdan mıdır ne ise, becerebildiğimiz halde süslemelerden uzak durup, sade anlatımı tercih ederiz. Tarihi, kendi çerçevesinden fazla taşırmada tarihi romana taşıyanlar ufkumuzu genişletmekte çok başarılılar. Hsia prensinin Milattan önce 1764 yılında Hunlarla karşılaşmasının anlatılışına bakalım:

Bir Hun birliği, bir ilkbahar günü çölde kıratı ile tek başına dolaşan genç bir Çinli görünce çok şaşırdılar. Çiçek ve kuş desenleri işlenmiş sarı elbisesi içinde tek başına, sanki İmparatorluk bahçelerinde dolaşır gibi, sakin, bomboş arazide at sürüyordu.

Çinli’ye yaklaştılar, meramını anlamaya çalıştılar. Genç adam “kendisinin ne aradığı sorulduğunda, gülümseyerek, Hunlar arasında yaşamaya geldiğini söyledi.” Garip bir misafirdi. Daha önceleri karşılaşılmayan bir durumla yüz yüze kalan Hunlar, misafiri alıp, “Tanju”’ya götürdüler. Şen Wey (Shung Wei) hürmetkâr bir şekilde yere kapanarak selam verdi; güzel sözler sarf ettikten sonra hikâyesini anlattı.” Hsia sülâlesinin iktidardan düşürülmesiyle, İmparatorun oğlu Shung Wei’nin kaçtığı, Hunlara sığındığı birçok kitapta anlatılır. Verilen tarihlerin 2207’ye kadar gitmesi yanlış bulunmaktadır. Eberhard’ın araştırmalarına göre, Hsia sülâlesinin iktidarda bulunmuş olması muhtemel yıllar M.Ö. 1800 – 1500 olmalıdır.

Kaynak: Tanrının Askerleri 1 Nazım Tektaş

Bir Cevap Yazın