Yoklukların Göbeğinden Bilime Açılan Kapı

Johannes Kepler, en büyük sırlarının çözülmesi yolunda büyük adımlar atacağı dünyaya geldiğinde, ailesinin de çözmesi gereken sorunları vardı. Hancı kızı bir anne ve paralı asker olan bir babadan Almanya’nın Württemberg kentinde 27 Aralık 1571’de doğduğunda, ailesinin kendisine verebilecek çok şeyi yoktu. Yokluğun getirdiği sıkıntılar içindeki ilk dört yılında geçirdiği çiçek hastalığı, Kepler’den çok şey götürdü. Hastalık, görme duyusunu zayıflattı ve ellerinin kısmen sakat kalmasına sebep oldu. Ancak sahip olduğu zeka ve öğrenme aşkı, ona küçük yaştan itibaren bilimin kapılarını açacaktı. Küçükken tarım işçiliği de dahil olmak üzere pek çok işte çalışan Kepler, ailesi tarafından papaz okuluna yazdırıldı. Ancak zekâsını fark eden Württemberg Dükü’nün yardımıyla daha iyi bir eğitim aldı ve 1588 yılında Tübingen Üniversitesi’ni tamamladı. Yüksek lisans öğrenimini de aynı üniversitede sürdürerek 1591’de mezun oldu. Aynı dönemde Kopernik’in güneş merkezli evren sistemini savunan nadir kişilerden olan Michael Mästlin’in, Tübingen’deki astronomi derslerini takip ediyordu. Onun da zihninde sürekli gezegenler, yıldızlar dans esiyordu. Bu gizemli dünyanın sırlarını çözme aşkıyla yanıp tutuşmaya başladı. Ve hayatında önemli bir dönüm noktası niteliği taşıyan, Kopernik sistemini çalışmalarına temel olarak almaya karar verdi. Papaz okulunda aldığı din eğitiminin de etkisiyle, Graz Protestan Okulu’nun, Tübingen Üniversitesi’nden matematik öğretmeni talep etmesi üzerine bu teklifi kabul etti. 1594’de astronomi alanındaki ilk ciddi araştırmalarına burada başladı. Avusturya sınırları içerisindeki Graz Akademisi’nde öğretmenliğin yanı sıra araştırmalarına devam eden Kepler, profesörlüğe yükseldi. Henüz 25 yaşındayken 1596’da astronomi alanındaki ilk kitabı olan ‘Evrenin Gizlerini İçeren Matematiksel Araştırmaların Habercisi’ (Prodromus Dissertationum Mathematicarum Continens Mysterium Cosmographicum) yayınladı. Gezegenlerin dairesel değil, elips şeklinde bir yörüngeye sahip olduğunu ortaya çıkararak insanoğlunun uzaya bakışını değiştiren bu eşsiz astronom, aynı zamanda astroloji ile de uğraşmıştı! 1602’de kralın astroloji merakına cevap verebilmek için Astrolojinin Kesin Dayanakları Üzerine (On the More Certain Foundations of Astrology) isimli bir kitap kaleme almış, astrolojiye ilişkin olarak da, “Her canlıya varlığın anlamını veren doğa, bir yardımcı olarak astrolojiyi armağan etmiş ve onu astronomi ile birleştirmiştir.” demişti. Evrende matematiksel bir uyum olduğuna inanan Kepler, ilk kitabında bu görüşünü temellendiriyordu. Kopernik’in teorisinde; her biri bir küre üzerinde dolanan altı gezegen vardı. Kepler, bu altı gezegenin üzerinde dolandığı kürelerin aralarında ‘Platon Cisimleri’ olarak bilinen beş düzgün prizmanın bulunduğunu öne sürdü. Kepler’in bahsettiği bu yetkin simetrik nesnelerin her biri, tüm köşelerinin dokunduğu bir küre içine yerleştirilebilirken, aynı şekilde her biri tüm yüzlerinin orta noktasına dokunan (teğet olan) bir daireyi çevreleyebiliyordu. İki boyutlu bir düzlemde istenilen sayıda çokgen şekil çizilebilirken, üç boyutlu uzayda ise sadece beş çok yüzlü düzgün nesne oluşturulabiliyordu. Bu beş prizma şunlardı: Dört yüzlü (yüzleri dört eşkenar üçgen olan piramit), Küp (altı kare yüzlü), Sekiz yüzlü (sekiz eşkenar üçgen yüzlü), On iki yüzlü (on iki eşkenar beşgen yüzlü) ve Yirmi yüzlü (yirmi eşkenar üçgen yüzlü.) Yazdığı ilk kitabı, ona büyük bir bilim adamı olmasını sağlayacak kapıların açılmasını sağladı. Kitabını dönemin ünlü astronomi uzmanlarından Tycho Brahe’ye gönderdi. Brahe, kitaptan etkilendi ve Kepler’e asistanı olmasını teklif etti. Kepler, bu teklifi kabul ettiğinde 29 yaşındaydı. İmparatorluk Matematikçisi Brahe’nin kendisine verdiği ilk iş, Mars’ı incelemek olmuştu. Ancak Tycho Brahe, bir yıl sonra öldü. Bunun üzerine Kutsal Roma İmparatoru II. Rudolf, Brahe’nin yerine Kepler’i İmparatorluk Matematikçisi olarak tayin etti. Unvanı ile birlikte Tycho Brahe’nin astronomi alanındaki çalışmalarının ve gözlem kayıtlarının tamamı Kepler’e miras kalmıştı. Kepler, bu alandaki çalışmalarının büyük kısmını, daha önce Brahe’nin açtığı yoldan giderek, onun notları üzerinden sürdürdü. Ustasının notlarını, gözlemlerini ve eserlerini inceledi. Bütün bu çalışmalarını yaparken de Kopernik’in teorisini temel alıyordu. 1601’de ‘Astrolojinin Güvenilir Temelleri’ (De Fundamentis Astrologiae Certioribus) adlı ikinci kitabını yayınladı. Bu kitabında yıldızların, insanların yaşamlarını yönlendirdiği yolundaki inancı reddetmekle birlikte; insan ve evren arasında bir uyum olduğunu öne sürüyor ve astroloji ile ilgili önermelerde bulunuyordu. Mars’ı incelemesi istendiğinde, uzaydan gelen ışınların yeryüzüne girdiğinde nasıl kırıldığı üzerine araştırmalarda bulunan Kepler, sonuçları 1604 yılında ‘Astronomideki Optik Konuların İncelenmesi Hakkında Vitellio’ya Ek’ (Ad Vitellionem Paralipomena Quibus Astronomiae Pars Optica Traditur) adlı kitabında yayınladı. Bu eserinde ışığın kırılmasından başlayarak sürdürdüğü çalışmalarının yanı sıra, insan gözünün yapısı ve nasıl çalıştığı hakkında da bilgiler veren Kepler, her ne kadar gözlük, o zaman için 300 yıldan beri kullanılmakta olan bir alet olsa da, bu eğri camların düzgün görmeyi nasıl sağladığını ilk açıklayan bilim adamı olmuştu. Kepler, Mars, Satürn ve Jüpiter gezegenlerinin güneşin karşında aynı hizaya gelmelerini incelediği sırada, 1604 yılının Ekim ayında ortaya çıkan bir süpernovayı5 da 17 ay boyunca izleme şansı yakaladı. Antik çağdan bu yana, yıldızların, dolayısıyla gezegenlerin yer değiştirmediğine inanılıyordu. 1606’da yayımladığı ‘Yılancı Takımyıldızının Ayağındaki Yeni Yıldız’ (De Stella Nova in Pede Serpentarii) adlı kitabında gezegenlerin yer değiştirebileceğini ve hareket edebileceğini öne sürdü.

Kaynak: Tarihi Değiştiren Bilginler

Bir Cevap Yazın