Lisan Nedir?
Dil yahut lisan, bildiğimiz anlamıyla sadece insanoğluna has ve çok özel bir iletişim becerisidir. Öyle karmaşık bir yetenektir ki bilinen evrendeki en karmaşık biyolojik organizasyon olan beynimizde geniş bir alan, sadece bu işleve özel olarak ayrılmış durumdadır. Birçok insanda, bilhassa beynin sol-ön tarafındaki özel bölgelerle kontrol edilen dil işlevi, insana has zihinsel özelliklerin belki de en önemlisi olarak nitelenebilir.

Hepimiz, doğuştan bir kusur olmadığı takdirde gayet yetkin ve dinamik bir “dil öğrenme” yetisiyle doğarız. Bu yetenek, bugün bilebildiğimiz kadarıyla tüm beyin kabuğu (korteks) yapılarının sağlıklı olarak iş görebilmesine bağlı olmakla birlikte, özellikle beynimizin ön bölgelerindeki özel bazı alanların varlığı ve faaliyetleri sayesinde mümkün olur. Bu bölgeler işlevlerini sağlam bir şekilde yapabiliyorsa, herhangi bir lisanı öğrenebilmek için gereken hemen tüm donanıma sahibiz demektir.
Erken çocukluk çağlarında konuşmayı öğrenen miniklere baktığımızda, bu lisan yeteneğinin ne kadar mükemmel bir şekilde organize edildiğini izleme şansı yakalarız. İlk aylarda sadece anlamsız sesler çıkarabilen bebekler, bir yaşlarından sonra ses birimleri (fonemler) ile iletişim kurmaya başlarlar. Bunun öncesinde bebeklerin beyinleri, etraflarında duydukları sesleri sınıflandırarak ileriki yıllarda kazanacakları konuşma yetenekleri için gerekli değişikliklerin oluşmasıyla meşguldür. Bu sayede bir yaşını takip eden dönemlerde anlamlı sesler çıkarılmaya başlanır.
İki yaşından sonra basit kelimelerle cümleler kurabilecek bir yetkinliğe erişir insanoğlu. Bunun ardındansa daha karmaşık cümleler gelir. İşte bu dönemler, çocukların “boyundan büyük laflar ettiği” dönemler olarak bilinir. Bu gelişimi izlemek, bizi basit bir gerçekle karşı karşıya bırakır: İnsan beyni, lisan öğrenmek üzere kurgulanmış biyolojik bir yetenekle doğar. İşin ilginç yanı, bu yeteneğin öğrenilen lisandan bağımsız olduğudur. Türkiye’de doğan bir Türk çocuğunu yaşamının ilk aylarından itibaren -sözgelimiJaponya’da büyütecek olursanız Japoncayı anadili olarak rahatlıkla öğrenebildiğini görürsünüz.
Tüm bunlar olurken sadece bebeğin davranışları değildir değişen, bebeğin beyni de yapısal olarak büyük bir farklılaşma gösterir. Öğrendiği lisana göre şekillenen lisan bölgelerinin yanısıra etrafındaki dünyayı algılama, değerlendirme, yorumlama gibi özellikleri de öğrendiği dille paralel olarak gelişmeye başlar. Çok fazla sayıda sinir hücresi içeren insan beyni, doğumdan itibaren olgunlaşması esnasında hücrelerinden önemli bir kısmını kaybeder ve bu sayede belli bazı işlevleri layıkıyla yerine getirecek en uygun sinirsel bağlantıları sağlama imkanına kavuşur. Bu dönemlerde beynin yeni bağlantılar oluşturma hızı da inanılmazdır. Örneğin; bir insanın anne karnından doğum sonrası 10 yaşına gelene kadar, beyninde ortalama olarak her saniye 1,8 milyon kadar yeni bağlantı kurulduğu hesaplanmakta. İşte bu karmaşık ve kaotik mekanizmalar sayesinde her birimiz farklı yetenekler ve anlayış düzeyleriyle yaşamımıza devam ederiz.

Dünyayı algılama ve anlamlandırma sürecimizde kullandığımız en önemli “ara yüz” olan beynimiz, kabaca bu minvalde gelişiyor. Burada dikkatlerimizi çekmesi gereken birçok nokta var elbette. Bana sorarsanız, bunlardan en önemlisi de lisan öğrenimi (edinimi) sırasında genç beyinde meydana gelen değişikliklerin mahiyetidir. Konu dışından olanlara sıkıcı gelebilecek teknik ve anatomik terimleri bir yana bırakırsak, olan şey aslında kısaca şudur: Beynimiz, erken çocukluk çağlarında müthiş bir yeniden yapılanma süreci geçirir. Doğumdan hemen sonra birçok ihtimale hazır ve birçok gizli güce (potansiyele) sahip olan beynimiz, erken yaşamda edindiği tecrübelerle kendini yeni koşullara göre ayarlayabilme kabiliyetiyle donatılmıştır. Bu kabiliyetin hayata geçirilmesindeki en önemli faktör ise lisandır. Lisan, sadece diğer insanlarla ilişki kurmamıza yaramaz; aynı zamanda tüm düşünce ve hayal dünyamız, dünyadaki nesne ve olayları algılama kalıplarımız, kafamızdan geçen fikirlerimiz, yani kısacası hemen hemen tüm zihinsel faaliyetlerimiz de öğrendiğimiz dile göre şekillenir.

Oliver Sacks, “Sesleri Görmek {Seeing Voices)” adlı kitabında 1 1 yaşındaki Joseph adlı bir hastanın durumunu anlatıyor. Önceden zeka özürlü zannedilen Joseph’in, sonradan sadece işitme engelli olduğu ortaya çıkmış. Çocuk üzerinde yapılan çalışmalardan sonra Sacks şunları söylüyor:
“(. .. ) ]oseph görüyor, ayırt ediyor, sınıflandırıyor ve kullanıyordu. Algısal sınıflandırma ve genellemeyle ilgW herhangi bir sorunu yoktu. Fakat görünüşe bakılırsa bunun çok ötesine de geçemiyordu. Soyut fikirleri aklında tutamıyor, planlayamıyor, oynayamıyordu. Görüntüler, hipotezler yahut olasıllklarla başa Çikamıyor, hayalf veya mecazi bir dünyaya giremiyordu. Şimdiye sıkışıp kalmış, düz anlama ve anllk algılara kıstmlmış gibi bir hali vardı … “
Görünen o ki Joseph, işitemediği için bir dil geliştirememiştir ve dil geliştiremediği için de yüksek zihinsel işlevlerinin birçoğunu yerine getirememektedir. Bu örnek bize, zihinsel işlevlerin kullanılmasında lisanın ne kadar merkezi bir rol oynadığını bir kez daha gösteriyor. Bu örnek ve daha yüzlerce farklı çalışma, zihinsel süreçlerimizin doğrudan dil yetimizle bağlantılı olduğunu artık açık bir biçimde göstermektedir. Dilde yetkinleşme arttıkça, zihinsel süreçlerin kalitelerinde de oransal bir artış beklemek son derece mantıklıdır. Tersine, yani dil yetileri köreltilmiş bir kişinin veya topluluğun Joseph’inkine benzer belirtiler göstermesine ise şaşırmamak gerekir. Zira özellikle günümüzde, toplumumuzu en çok tehdit eden hastalıklardan biri olan “Toplumsal Söz Yitimi”, etkisini tam olarak böyle bir yoldan göstermektedir (Bkz. “Celbedilmiş Toplumsal Söz Yitimi (Afazi)” bölümü).
“Bir insanın düşüncesinin sınırları, dil yeteneğinin sınırları tarafından belirlenir” dersek abartmış olmayız. Gerçekten de kelimeler, onların anlam bulutlan, kelimelerin birbirleriyle ilişkileri, etimolojik hakimiyet, mecaz ve diğer karmaşık lisan özelliklerini kullanma becerisi şeklindeki olguların tamamı, “zihinsel dünya”nın yapılandırıldığı temeli oluşturması açısından önemlidir. Dil yeteneği geliştirildikçe, dünyaya ve düşünceye dair özellikle soyut kavramlarla başa çıkabilme, bunlar üzerinde düşünce üretebilme ve yeni kavramları algılayıp bunları isimlendirebilme becerisi gelişebilir. Fakat lisan yetenekleriyle temel ve basit iletişim düzeyinin ötesine geçemeyen insanlarda zihinsel işlevlerin de çok ileri bir düzeye çıkmasını beklemek beyhudedir. Günümüzde insanların neden birbirlerini anlayamadığını, basit kavramların etrafında nasıl bu kadar kavga çıkarılabildiğini, edebiyatta, sanatta ve diğer kültürel alanlarda neden gittikçe köreldiğini anlamak istiyorsak lisanın zihindeki yerini yeni veriler ışığında derinlemesine düşünmeliyiz. Ayrıca dilimiz üzerinde oynanan oyunların ne kadar yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini yine bu bağlamda değerlendirme zamanı çoktan geldi. Bu mesele hayati mertebede önemlidir, zira lisanımız olmadan var olmamız mümkün değildir.
Kaynak: Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler / Sinan Canan