
Meşrutiyet’in biz Türklerde ve Türk gazetecilerde ilk yarattığı sonuç, Türklüğü boğmak ve Osmanlılığı yaratmak olmuştu. “Osmanlı” sözü, hiçbir zaman, zorbalık devrinde bile, Meşrutiyet’ten sonraki kadar değer bulmamıştı. Abdülhamid zamanında, arada sırada, Türk sözünü ağza alma olanağı vardı. Üstelik, Araplardan yararlanacağımız birçok bilimler bulunduğunu ileri sürenlere karşı, her şeyimizde Arap egemenliği altında kalmanın verdiği bir başkaldırı duygusuyla Türkçeyi ve Türklüğü savunmaktan geri durmamıştım. Ama Meşrutiyet gelir gelmez, olaylar bizi Türk olduğumuzu unutmuş görünmeye götürdü. Kullandığımız biricik sözcük “Osmanlı” oldu böylecesi. Bu; hiç anlamı, gerçekle ilişkisi olmayan, yapma, görece bir deyimdi. Ama Meşrutiyet’te, çeşitli soyları ve dinleri içine almış imparatorluğun biricik bağı ve çimentosu bu yapma sözcüktü işte! Osmanlı imparatorluğunda başlıca şu ırklar ve kavimler vardı: Türk, Arap, Arnavut, Kürt, Çerkez, Rum, Ermeni, Bulgar ve Yahudi. Çeşitli ırk ve dinIere bağlı bütün bireyler Meşrutiyet’in gelişiyle haklar bakımından eşit birer yurttaş durumuna geliyorlardı. Ama birbirlerinin dilinden anlamaz, birbirlerine gelenek, din, ahlak ve adetler bakımından yabancı, üstelik düşman bu bireyler; hangi ilke, hangi yurt çevresinde birleşecekler ve kardeş olacaklardı? Biz “Türk” sözünü ortaya atarsak, hepsi ulusculuk iddiasına kalkacaklardı. Üstelik ilk zamanlarda ” Arap İzzet”, “Çerkez Mahmut Paşa ” gibi la kapların kullanılması bile dedikoduyu ve yakınmayı gerektirmişti. Bu gibi sözler, Araplık ve Çerkezlik karşısında sayılacak kadar ulusal onur konusunda alınganlık göstermişlerdi. imparatorluk süresince Müslümanları din bağı birleştirmişti. Müslümanlar, birbirlerinin hangi soy ve ırka bağlı olduklarını düşünmeden, birbirlerini kardeş görmeye alışmışlardı. İttihat ve Terakki Cemiyeri yalnız katıksız Türklerce kurulmamıştı. İçinde Müslümanlığın çeşitli ırklardan gelen kişileri de vardı. Onun için Cemiyet de ilk günlerde Türklüğün üstünlüğü siyasasını tutamazdı. Müslümanların Hıristiyanlara üstünlüğü savını da gütmeye olanak yoktu.
İşte bu zor durum içinde o uydurma Osmanlılığa sarıldık. Bu renksiz, anlamsız sözcük çevresinde birleşebileceğimiz sanısıyla avunmak istiyorduk. Bu öyle yapısız, açıklıksız bir deyimdi ki İmparatorluğu oluşturan soylardan her biri; duygularından, varlığından, amaçlarından hiçbirini bırakmadan onu kabul edebilirdi. Hepimiz bu dışsal birleşme içinde sanki aynı yurduıı çocuğu, yurt kardeşi olabilirdik. Bu bir düştü. Ama zorunlu bir düş. Belki ilk günleri bu nun bir gerçek olabileceğini de sanmıştık. Hocalada papazların öpüşmelerini, gelecekte çeşitli ırklardan oluşmuş yurttaşların kardeşçe yaşamalarının bir işareti gibi görmüştük. Ama birkaç aylık bir yurttaşlık yaşamı gözleri açtı ve ne korkunç bir sorunla karşılaştığımızı bana gösterdi. Meşrutiyet’te siyasal düşmanlarım, beni, çeşitli unsurlar arasına bozgunculuk sakmuş olmakla suçlarlardı. Üstelik işin en acı olan yanı, uzağı görmek, çevrede geçen olayları değerlendirebilmek yeteneğinden yoksun bazı katıksız Türklerin hile bu kanıya katılmalarıydı. Oysa bu bozgunculuktan ne kişisel olarak hen sorumluydum, ne genel olarak Türkler sorumluydular.
Hüseyin Cahit Yalçın, ”siyasal anılar”, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İkinci Basım, Haziran 2000, İstanbul, s.69-71