Anlatmak, insanlık tarihi kadar eskidir. Günlük yaşamda insanoğlu, başından geçen bir olayı, gördüğü, duyduğu bir olayı ya da hayalini kurduğu bir durumu sözlü ya da yazılı olarak anlatma gereksinimi duyar. Ne ki bu anlatım bir bütünlük içinde anlatılsa da sanatsal bir anlatım olarak nitelendirilemez. Sanatsal anlatı türleri içinde önemli bir yeri olan öykü için yapılan tanımların çeşitliliği, toplumsal değişim ve gelişim doğrultusunda çeşitlilik göstermekle birlikte yaygın olarak öykü, yaşanmış ya da yaşanması olası olayları, durumları bir kurgu biçiminde anlatan yazınsal bir tür olarak tanımlanmaktadır (Özdemir, 2008:267). Bu tanım bütün öyküleri kuşatmadığı için kesin ve değişmez bir tanım değildir. Tanımı gibi adı ile ilgili de farklı görüşler bulunmaktadır. Tanzimat döneminde edebiyatımıza girdiğinde roman da hikâye olarak ifade ediliyordu. Hikâye sözcüğünün anlatı ve hatırda kalanların anlatılması karşılığında da kullanılması kendine özgü nitelikleri olan bu türü ayırt etmek için 1960’lardan sonra “öykü” sözcüğünün önerilmesine yol açtı (Arslan, 2009:180). Ancak günümüzde eş anlamlı olarak hikâye de öykü de kullanılmaktadır.

Günümüzdeki anlamı ile öykü, Batı edebiyatında doğup gelişen sanatsal anlatı türlerinden biridir. Öykü, Avrupa’da 14. yüzyılın ilk yarısında İtalyan yazar Boccacio’nun Decameron adlı kitabı ile ortaya çıkmıştır. Kitapta kullanılan genel hikâye tekniğinin Doğu kaynaklı olduğu belirtilir. Bu kitap hem İtalya’da hem de diğer Avrupa ülkelerinde çok etkili olmuştur. 19. yüzyıla gelindiğinde öykü, pek çok büyük romancının ilgi gösterdiği bir tür olmuştur. Victor Hugo’dan Stendhal’e, Balzac’tan Flaubert’e, A. de Musset’ten E. Zola’ya, Tolstoy’dan Dostoyevski’ye ve Çehov’a pek çok ünlü yazar, öykü türünde eser vermiştir. 20. yüzyılda öykü türleri çeşitlenmiştir. Yüzyılın sonuna doğru kısalma eğilimi gösteren öykü türü, kısa öykü (short-story) olarak adlandırılmıştır. Bu tür öykülerde daha yalın ve daha öz bir anlatım tercih edilmiştir (Arslan, 2009:180). Türk edebiyatında anlatma geleneğinin destanlarda boy attığı, değişen zamanla birlikte bu geleneğin de zenginleştiği görülür. İslamiyete geçiş sırasında ortaya çıkan Dede Korkut Hikâyeleri’nden sonra Arap ve Fars edebiyatından beslenen Türk hikâyeciliği, Bin Bir Gece ve Bin Bir Gündüz Masalları’nı, Kelile ve Dimne’yi tanımıştır. Türk edebiyatında kıssalar, efsaneler, mesneviler anlatı geleneğinin farklı biçimleri olarak karşımıza çıkar. 19. yüzyıla gelindiğinde Batı’dan örnek alınan türlerin başında gelir öykü. Zengin bir anlatı geleneğine sahip olan öykü türü, daha somut, daha pozitivist bir bakış açısıyla yeni bir tür olarak görülür. Bu dönemde Sami Paşazade Sezaî , Nabizade Nazım, Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf, Hüseyin Rahmi Gürpınar ile Batılı hikâyeciliğin ilk evresi başlar. 20. yüzyıla Türk öykücülüğüne damgasını vuran Ömer Seyfettin ile girilir. Ardından tamamen yerli ve özgün öyküler yazan Refik Halit Karay, Aka Gündüz, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gelir. Cumhuriyetin ilk yıllarından beri Türk öykücülüğü gelişip serpilerek ilerlemektedir. Türk öykücülüğünde günümüze kadar farklı tarzlarda öyküler yazan yazarlardan bazıları şöyledir: Memduh Şevket Esendal, Sait Faik Abasıyanık, Sabahattin Ali, Halikarnas Balıkçısı, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Sabahattin Kudret Aksal, Necati Cumalı, Haldun Taner, Tağrık Buğra, Rıfat Ilgaz, Fakir Baykurt, Tarık Dursun K., Ferit Edgü, Yusuf Atılgan, Sevgi Soysal, Nezihe Meriç, Fürüzan, Osman Şahin, Selim İleri, Mustafa Kutlu, Nazlı Eray, Ümit Kaftancıoğlu, Tezer Özlü, Hasan Ali Toptaş, Sevinç Çokum, Ayla Kutlu.
Öykünün Ögeleri
Öykünün Ögeleri Okura yaşamdan kurgusal bir kesit sunan öykünün dört ögesi vardır: Olay ya da durum, kişiler, yer ve zaman.
Olay ya da durum: İnsanın başından geçebilecek her türlü olay ya da insanın karşılaşabileceği her durum öykünün konusu olabilir. Buna göre, olay ya da durum öykünün konusu olarak düşünülebilir. Öyküler, olaya dayalı anlatı türü olduğu için olayların gelişimi ve birbirine bağlanışı hareket ögesiyle gerçekleşir. Öyküde olay planı üç bölümdür: Serim, düğüm, çözüm. Serim, öyküdeki kahramanların tanıtıldığı, olaya giriş paragrafı ya da paragraflarıdır. Düğüm, öykünün gelişme bölümüdür. Betimlemeler, duygular, duygu çatışmaları, çözümlemeler, ana olay, ona bağlı yan olaylar ile karşılıklı konuşmaların bulunduğu paragraflar hep bu bölümdedir. Çözüm, öykünün sonuç bölümüdür. Bu bölümde öyküdeki çatışmalar, çözümlemeler yazarın istediği sona bağlanır. Bu bölüm öyküdeki ana olay ya da duruma göre birkaç paragraf olabilir.
Kişiler: Öyküdeki olay ya da durumun kahramanlarıdır. Öyküdeki olay ya da durum bu kahramanların başından geçer. Öyküdeki kişi sayısı sınırlıdır. Ancak, her öyküde olaydan doğrudan etkilenen kişiler olduğu gibi ikinci derecede etkilenen kişiler de bulunur. Öykülerin kahramanı insan dışında canlılar ya da nesneler olabilir. Öykülerin kısa olması nedeniyle, kişiler genellikle çok derinlemesine betimlenmez ve derinlemesine duygu çözümlemelerine yer verilmez. Öykülerde anlatım bazen öykünün bir kahramanı tarafından yapılır. Öykü kahramanının anlatıcı olduğu öykülerde gerçek, içerden bir bakış ile anlatılır.
Yer ve zaman: Öyküde olayın geçtiği, yaşandığı çevre, yerdir. Yer olaya göre değişebilir. Zaman ise öykünün başlangıç, gelişme ve bitişini kapsayan süredir. Öyküde zaman, okura yazarın istediği gibi verilir. Bazen kronolojik zaman denilen olay ya da durumun başladığı, geliştiği, sonuçlandığı zamana bağlı kalır. Bazen de okur, kendini olayın en çözülmez düğümlü bölümü içinde buluverir. Kimi zaman ise yazar olayı sonuçtan başlatarak başa doğru bir sıra ile geriye doğru anlatır. Kimi zaman da yazar zamanı düzensiz kullanır ve öykünün kimi yerinde geçmişe döner, kimi yerinde şimdiyi anlatır.
Öykü Türleri
Öyküler kuruluş biçimlerine göre olay öyküsü ya da durum öyküsü olarak ikiye ayrılır.
Olay öyküsü: Olay öyküsü adından da anlaşılacağı gibi olay ağırlıklıdır. Olay öykülerinde serim, düğüm ve çözüm aşamalılığı vardır. Girişte kişi, olay, zaman ve yer gibi öğeler kısaca okura tanıtılır. Gelişme bölümünde olay ya da olaylar okurun merak duygusunu canlı tutacak biçimde aktarılır, ayrıntılar üzerinde durulur. Sonuç bölümünde ise düğüm çözülür, olay bir sona bağlanır (Özdemir, 2002:232). Olay öyküleri konusunu tarihten, ulusal duygulardan ya da toplumsal gerçeklerden alır. Olay öykülerinde kişiler, belirgin özellikleri olan ya da üstün nitelikleri olanlardır. Türk edebiyatında Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Yakup Kadri, Orhan Kemal, Necati Cumalı bu türde eser vermiş yazarlarımızdandır
Durum öyküsü: Yaşamdan bir kesit sunan ya da belli bir insanlık durumunu belli bir ortam içinde veren öykü biçimidir. Durum öyküleri olay ağırlıklı değildir. Durum öykülerinde okur, günlük yaşamdan seçilmiş, değişik durumlarla karşılaşır. Olay ya da gerilimin yerini belli bir ortamdan kaynaklanan izlenimler, çağrışımlar alır (Özdemir, 2002:237). Bir durumu yansıtma amacı taşıdığı için serim ipuçlarına rastlanmaz. Öykünün bir sonucu, bir çözümü de olmayabilir. Öykü sonuç istemeyecek biçimde sonlandığı için okur, öykünün bitmediğini düşünebilir. Durum öyküsünde yazar, sıradan insanların öykülerini anlatır ve bunun içinde gündelik konuşma dilinde yazar. Olay öyküsündeki gibi entrikalar, çatışmalar yoktur durum öyküsünde. Gözlemci ve betimleyici gerçekçilik belirgin özelliklerindendir. Türk edebiyatında Memduh Şevket Esendal bu türün öncüsüdür. Sait Faik de bu türü deneyen yazarlarımızdandır. Günümüz edebiyatında öyküleri kesin sınırlarla birbirinden ayırmak çok zordur. Kimi öykülerde olayla durum iç içelik gösterir. Günümüz öyküsünü, anlatılan olaydan çok, yazarın kendine özgü anlatış biçimi daha önemli kılmaktadır.
Aşağıda Necati Cumalı’nın yazmış olduğu “Aklım Arkada Kalacak” adlı öyküden bazı bölümler yer almaktadır.
Aklım Arkada Kalacak
Evimiz sokağın alt başında. Yatıp kalktığım odanın penceresinden bakınca, bir baştan bir başa bütün sokağı görüyorum. Bir saat sonra yola çıkacağım. Odamda öteberi eşyamı bavuluma yerleştirmiş doğruluyorum ki, sokaktan gelen bir çocuk ağlaması beni pencerenin önüne çekti.
Çocukların ağlamasına dayanamam. Bir fena olurum duydum mu. Çocuklar boş yer ağlamaz. Şu dünyada çocukların ağlaması ne kadar azalırsa, bilin ki kötülükler o kadar azalmıştır. Ağlayan bir çocuk sesi duyar da ilgilenirseniz, bilin ki şu bozuk düzenin sizi üzecek bir olayıyla karşılaşırsınız.
Pencerenin önüne baktım; karşı komşumuz Boşnak Nuri’nin büyük oğlu, yalınayak, donsuz, kapılarının önüne yüzükoyun düşmüş ağlıyor. Demedim mi çocuklar boş yere ağlamaz diye? Çocukcağız üç yaşında var yok. Anası hoppa mı hoppa, fıkır fıkır bir kadındı benim bildiğim. Nuri’den çok gençti. Nuri rençber. Gününü kırda tarlada geçirir. Perçemi kaşı üstüne düşen, ceketi omuzunda bir Hakkı vardı. Nuri evden çıktı mı Hakkı eve damlardı. Hakkı için kadının dostu diye laf çıkarmışlardı konu komşu (…) Sonra iki yıl kadar önce kadın, üç çocuğunu da Nuri’yi de, Hakkı’yı da bırakıp kaçtı. Türlü laflar uyduk arkasından. Şimdi çocuklara, sözüm ona Nuri’nin büyük kızı bakar. Konu komşu çocuklara eskilerini verirler, arada birer kap yemek gönderirler, şöyle böyle yardımda bulunurlar ama, analık edemezler. (…)
Ne tuhaf! İnsan kapı komşusu hakkında bile bazan bir şey bilmiyor. Nuri’yi desen, onu da ancak o kadar tanıyorum. Sabah, omuzunda kazma, arkasında keçisi evden çıkar; akşam omuzunda kazma, koltuğunun altında bir demet ot, arkasında keçisi eve dönerdi. Arada bir karşılaşırsak “Ne var, ne yok bey?” derdi. “ Ne yazıyor gazete?” eline hiç gazete almamış, okuma yazma bilmeyen biri size gazetede ne yazıyor diye sorarsa ne anlatırsınız önce ona? Bulup seçemezdim söyleyeceğimi, “şundan bundan” derdim kısaca. Gayet ciddi başını iki yana sallardı. “Acayip?..” derdi o Boşnak şivesiyle. “Muharebe var mı” “Muharebe yok” derdim. “Yeni bir muharebe yok. Habeşistan’da vardı. Bitti.” Hayreti büsbütün büyürdü. Alt dudağı uzar, başını iki yana sallardı gene. “Acayip?” diye tekrarlardı. “Vardır muharebe. Dünyada olmaz muharebesiz.” (…)
Nuri’den de bütün hatırladığım bu işte! Sadece Nuri ile karısı mı böyle yarım yamalak hatırladığım? Sahi. Kimler gelip geçti bizim şu sokaktan… Hiç unutmam, ben beş altı yaşında çocuktum. Sokağın başındaki iki katlı yapıda elektrik fabrikasının makinisti Halit otururdu. Yapının alt katı Makinist Halit’in atölyesiydi. Üst kat evi. (…) Halit Usta ilk zamanlar bekârdı. Yalnızdı. Sonra günün birinde evinin penceresinde esmer bir kadın başı göründü. Mahallenin kadınlarının, oturma odasında toplandığı uzun kış geceleri, hatırlarım, kadınlar, önlerinde kuru yemiş tabakları, fincan oynar, çığlıklar, kahkahalar atarlardı. (…) Kasabanın elektrikleri saat on ikide sönerdi. Saat on ikiye doğru elektrikler arkası arkasına üç defa çabuk çabuk yanıp sönerdi. Bütün kadınlar atarlardı kahkahayı. “Mualla Hanım, Halit Bey seni çağırıyor!” Hafif omuz silkelerdi o, “ Beklesin biraz. Kaçmadım ya!” (…) Daha aşağıda, pancurları açık maviye boyalı, o beyaz badanalı evde Melahat Ablalar otururdu. Yaşlı anasının babasının biricik kızı Melahat Abla. (…) Bizim tenha sokağın öteki komşularından da buna benzer kısa karşılaşmalar kalmış hatırımda. Ne fena! Aşağı yukarı bizim sokağın insanlarından benim bütün bildiğim bu kadar. Hikâye mi arıyorsun dünyada? Al, işte! Burnunun dibinde. Şu sokağın içinden gözüne ilk ilişen evi seç. Yeter ki, gönlünde o evin insanlarını tanımak isteyecek merakın olsun! Ne işin var uzaklarda? (…) Bir saat sonra yola çıkacağım. Neredeyse aşağıdan bizimkiler seslenecekler. Bu gelişimde baba evimde bir ay ancak kalabildim. O da nasıl geçti. Yeni makinisti, Melahat ablaların evini satın alanları, Hatice Nine’nin oğlu ile gelinini, öteki komşularımızı, hiç değilse dört beş ay daha kalabilseydim, biraz olsun tanıyabilecektim. Bizim sokak durgun, sıkıcı gibi görünür tanımayana. Eminim, benim canım hiç sıkılmazdı. Hem o vakit böyle yola çıkarken, hiç olmazsa aklım arkada kalmazdı!…
Kaynak: Necati Cumalı (1994). “Aklım Arkada Kalacak”, Tanzimattan Günümüze Türk Öykü Antolojisi. (Hazırlayanlar: Yaşar Nabi Nayır, Enver Ercan). Varlık Yayınları, s. 141-147.